top of page
images-2.jpg

Kayseri Uzunyayla’da bir işçi ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelen M. Zeki Şerit, Çerkez milliyetine mensuptur. Öğrencilik yıllarında devrimci düşüncelere sempati duydu. 1968-71 yıllarında üniversite öğrencilerinin akademik demokratik mücadelesinde aktif olarak yer aldı. 12 Mart faşist darbesiyle birlikte artan faşist baskılar, arama, tarama ve operasyonlara rağmen hiçbir karamsarlık göstermeyen Mehmet Zeki Şerit’in kaldığı ev ihbar sonucu çelik yelekli polisler tarafından sarıldı. Burada son mermisine kadar direndi. Dışarıya attığı boş konserve kutularını bomba sanıp kaçan polisler ancak 5,5 saat sonra kendisini yakalayabildiler. İşkence tezgahlarında komünist bir tavır takınamayan Mehmet Zeki bu hatasını daha sonra mahkeme ve zindan koşullarında düzeltti. Müebbet hapis cezasına mahkum edildi. Mücadelesini hapishanede de sürdürerek 1977 yılının Mart ayında Ankara Ulucanlar Hapishanesi duvarlarına “O duvar duvarınız, vız gelir bize vız” yazarak firar etti. O dönemde TKP/ML’yi tasfiyeye yönelen Koordinasyon Komitesi hizbine karşı amansız bir mücadele yürüttü, partiyi her alanda göz bebeği gibi korumaya özen gösterdi. Hapishaneden çıkmasının üzerinden çok fazla zaman geçmemişti ki İstanbul Altıyol’da kaldığı ev, 23 Ekim’i 24’e bağlayan gece, başlarında Uğur Gür ve Mete Altan’ın bulunduğu düşman güçlerince sarıldı. “Teslim ol” çağrılarına silahıyla karşılık veren Mehmet Zeki, burada süren çatışmada yaralı olarak tutsak düştü. Kaldırıldığı hastanede bir ay sürekli işkence gördü. Önceki hatalarından ders çıkararak işkencecilerle dişe diş mücadele etti. Düşmanın O’nu çok iyi tanımasına rağmen üzerinde çıkan kimliği sonuna kadar savundu. Hatta kendisiyle yüzleştirilen babasını bile tanımayarak “Yaşasın devrim”, “gerillalar ölmez” sloganlarını haykırdı. Kendini aşarak tekrar yaratan Mehmet Zeki’den istediklerini elde edemeyen devlet, O’nu 24 Kasım 1977’de işkencede katletti.

Zeki Şerit
Muzaffer Oruçoğlu

Zeki Şerit, Çerkez kökenli bir işçi ailesinin iki çocuğundan biriydi. Komünist hareketin Kamo’su diyebiliriz Zeki’ye. Ama hakkını yemeyeyim, Kamo’dan daha çok okuduğu ve düşündüğü de bir gerçekti. Zeki ile 1973’ün martında Dersim’den İstanbul’a geldiğimde tanıştım. O zaman gençlik içinde görevliydi. Arkadaşlar, Zeki’nin askeri sorunlara ilgisinin güçlü olduğunu söylüyorlardı. Kendisiyle sık sık görüşmeye başladım. İşçi semtleri ile gençlik kesiminde, üç kişilik hücreler halinde oluşan parti örgütünnün kurulup güçlendirilmesi gerektiğini, aksi taktirde İstanbul’da varlık gösteremeyeceğimizi savunuyordu. İtiraz etmeyi ve önermeyi tarz haline getirmiş bir insandı. Güleç ve iyimserdi, şaka yapmayı, dalga geçmeyi seviyordu. Güçlü bir teknik kavrayışa ve yeteneğe sahipti. Süleyman Yeşil ile aynı evde kalıyordu. İki, bilemedin en fazla üç kişinin kaldığı evleri esas almıştık. Evler evleri bilmeyecekti. Bir gece, zeki bir arkadaşla kaldırımda yürürken bekçi önlerini kesiyor. Silahını doğrultarak, “Sizden kuşkulandım, ikinizi de karakola götüreceğim,” diyor. Zeki’de bir tabanca var. Karanlıkta, sezdirmeden hızla tabancasını çekip bekçinin eline doğru ateş ediyor. Bekçi karnından yaralanıyor ve yaşamını yitiriyor. Zeki bu olayın etkisini bir vicdan azabı olarak yıllarca taşıdı. Yoksul sınıflardan gelen birisini istemeden vurduğunu söylüyordu. “Kurşun, eline veya kemerinin kaşına isabet etseydi, kurtulabilirdi,” diyordu. Operasyon yoğunlaştı. Bu olaydan kısa bir süre sonra Zeki, gitmemesi gereken bir eve gitti. Ev açığa çıktı, iki arkadaşla birlikte kuşatıldı. Evdeki belgeleri yaktı. Polisle çatışmaya girdi ve mermisi bitince teslim almak zorunda kaldı. Zeki’ye çok ağır işkence yapıldı. Bir süre direndi. Polis Zeki’nin kaldığı evi dikkat merkezine almıştı. Sonunda Zeki dayanamadı, kaldığı eve götürdü polisi. Bu durum bir arkadaşın yakalanmasına yol açınca, bekçi olayından sonra Zeki’nin vicdan azabı biraz daha ağırlaşmış oldu. Selimiye cezaevinin katır ahırlarında kurulan ve tüm hareket mensuplarını, yargılayan parti mahkemesi, Zeki’yi hareketten atmadı, ona düzelme ve iyi bir komünist olma fırsatı tanıdı.

Cezaevi dönemi, Zeki’nin iyi bir komünist olduğunu gösterdi. Yoldaşlarıyla son derece yapıcı bir ilişki içine girdi. Siyasi ve edebi eserler okudu. Tartıştı. Bağımsız ve güçlü bir kişilikle itiraz etti, kendi görüşünü oluşturdu. Dalgasını geçti, derviş mizaçlı insanlarla sohbeti daha çok tercih etti. Gördüğü her deliği genişletip kaçma ve her parmaklığı kesme hayali kurdu. Kibrit çöplerinden çok güzel bir saz yaptı. Yoktan var etme anlayışından hareket ederek, basit malzemelerle patlayıcı maddelerin imaline ilişkin kapsamlı bir metin hazırladı. Benden bombaları nasıl yaptığımıza ilişkin bilgi alıyordu. Demir kesme makinasından, lehim takımından, konserve kutularından, kırmızı dinamitlerden, fünyelerden fitillerden söz ediyordum ona. “ Tam benim yerimmiş orası,” diye gülümseyerek dinliyor ve dağ şartlarında kendisinin neler yapabileceğini anlatıyordu. Firar etme konusunda son derece kararlıydı. 1974 affından sonra bizi Selimiye Cezaevi’nin üst katına aldılar. Zeki, yatak hanenin pencere parmaklıklarını keserek ve çarşaflardan halat yaparak, inip kaçmayı önerdi. Önemli güçlükler vardı. İçeri demir testeresi sokmak gerekiyordu. Koğuşta bizi ihbar edebilecek tiynette insanlar vardı. Hiçbirimizin ranzası pencere kenarında değildi. En önemlisi de halat sarkıtıp kaçacağımız yerde karşılıklı devriye vardı. Zeki, Kaçacağımız gecenin yağmurlu ve fırtınalı bir gece olmasını şart koşuyordu. Kaçış planı düşünce aşamasındayken bizleri Maltepe Cezaevi’ne naklettiler.

Maltepe Cezaevi Müdürü bir albaydı. Zeki’nin kaçmasından korktuğu için ona bozuk bir radyo vermişti. Albay, Zeki’nin tekniğe düşkünlüğünü biliyor, onun radyoyu söküp takma işleriyle meşgul olmasını, dolayısıyla firar düşüncesinden uzak kalmasını istiyordu.

Koğuşta sohbet ettiğimiz bir gün herkes uyanıktı ama sadece Süleyman yeşil uyuyordu. “Bu kadar gürültünün içinde bu Süleyman nasıl uyuyabiliyor,” dedim. Zeki gülümsedi, “yangın çıksa, tüm cezaevi yansa, Süleyman yanmaz ve uykusunu sürdürür,” dedi. Süleyman’ın çıplak ayakları yorganından dışarı çıkmıştı. Bir arkadaş, gazeteyi büktü, ateşleyerek Süleyman’ın ayaklarının altına tuttu. Süleyman, hepimizi şaşırtırcasına, gecikmeli olarak, usulca kalktı, ayağındaki acı henüz ilgili merkeze ulaşmamış gibi bakındı ve sonra “uuff ayağım yandı,” diyerek irkildi. Zeki gülüyor, “ bu durum fikrimin doğruluğunu ispat etti,” diyordu; “çünkü Süleyman, normal bir insanın hissetmesi gereken sürenin üç katı kadar bir süre sonra hissetti.”

Zeki, “kesin kaçacağım, bir komünistin içerdeki birinci görevi, yatmak değil, kaçmaktır,” diyordu. Birkaç yıl sonra Ankara Merkez cezaevi’nden, bir grupla kaçtı. Kaçtığı yerin duvarına da Nazım’ın, “O duvar bize vız gelir vız,” cümlesini yazdı.

Zeki bir müddet sonra, polisle girdiği çatışmada yaralı olarak ele geçti. Yarası ölümcül değildi. Kurtulabilirdi. Polis, onu sorguya aldı. Babasıyla yüzleştirildi. Babasını tanımadığını söyledi. Kendi kimliğini de inkar etti. Polis Zeki’den bilgi alamayacağını anladı ve onu hastahanenin sıkı tecrit çemberi içinde yavaşlatılmış bir “tedavi” sürecine sokarak bir nevi infaz etti.

Muzaffer Oruçoğlu

5 Haziran 2025

@ 2025 Komunal Izlek

bottom of page