


Gabris Altunoğlu
MARKSİZMİN SASONLU TAVİT’İ
Yağmuru kırbaç gibi kullanıyordu fırtına. Ormanın ıslanmış sisli dalgalanışına dikmişti bakışlarını. Şimşek ışıltıları, gürleyişler ve kuş yuvaları arasında mekik dokuyup duruyordu hayali.
“Garbis’i ne zaman tanıdın?”
‘Aş pişmiş, bayram geçmiş, bunları niye soruyorsun,’ dercesine bakındı. Şırıl şırıl akan yağmur sularına verdi dikkatini yeniden.
“68’de tanıdım,” dedi, avucunu alnından çekerek.
“Nasıl bir adamdı? Bir de senden dinlemek istiyorum.”
‘Hep aynı sorular,’ diye mırıldanmasından korktum. Beni de diğerleri gibi toplumun egemen aklı tarafından biçimlendirilen bir eğitimden gelen biri olarak gördüğü için tekrarcı ve basma kalıpçı olarak görüyordu.
“Toprağa oldukça yakın yürüyen, büyük burunlu, büyük ayaklı bir adamdı,” diye başladı. “Ama tabi öyle havada, kibirli, ofudak bir burun değildi. Sasonlu Tavit’inkini andırıyordu biraz.”
“Şaşı olduğunu da söylüyorlar.”
“Hayır, şaşı değildi. Şaşılığın kaldıramayacağı bir şaşılığa sahipti çünkü. Altı çizilmiş, kenarlarına not düşülmüş kalın kitapların taşıyıcısı olduğu için bakışları bu kalın kitaplar tarafından yamulmuştu sanırım. Enis diye bir kuş var. Avazı deve savtı gibidir. Bakışları çapraz ve yitidir. Garbis, o kuşu anımsatırdı bana hep. Ama o kuş gibi ivegen değildi, soğukkanlı ve temkinliydi. Tip, eda ve dinleyiş olarak zaten bir Robert Kolejliye benzemiyordu. ‘Dayı başı’lar tarafından hakkı yenilmiş bir iskele hamalına daha çok benziyordu.”
“Hamallara dair sanırım bir yazısı var.”
Gözlerini kıstı, kendi iç karanlığına, kendir, sepet ve semer örüntüsüne baktı. Gülümser gibi oldu.
“Sanmıyorum,” dedi. “Haddinden fazla hamaldı çünkü. Onu her gördüğümde, gemi ile iskele, gümrük ile depo, pazar ile kiler arasında yük taşıyan hamallar canlanıyordu içimde. İstanbul Ermeni hamallarına ve Ermeni Hamal Birlikleri adlı örgüte dair bir incelemesinin olmasını çok isterdim. Yakışırdı.”
Kısa bir sessizlik oldu. Adamın anlatımı hoşuma gitti. Duygularımı etkin kılacak, duru ve işlek bir dil arayışı hakim oldu varlığıma. “İbo ile arası nasıldı?” dedim.
“İyi değildi. Dogmatik ve kitabi bulurdu Garbis’i. Ben de öyle bulurdum. O zamanlar her insan bana, raslantıların biçimlendirdiği biri olarak görünürdü. Garbis öyle görünmüyordu. Doğmadan önce kendisini belli prensipler, kurallar ve dogmalarla kurmuş, biçimlendirmiş ve öyle doğmuş biri olarak görünüyordu.”
“İbo da dogmatikti biraz.”
“Artık var, gerisini sen düşün. İbo, duru ve coşkun akan biriydi. Garbis durgun akardı. Ben bozbulanık ve burgaçlıydım.”
“İbo Garbis’e kızgındı sanırım.”
“İbo’nun kızgınlığı, Garbis ve çevresinin, işçi köylü yığınları içinde yürütülen çalışmalara katılmamasından kaynaklanıyordu biraz da. İbo, Alibeyköy işçi semtinde çalışıyordu, ben de Trakya’da. Robert Kolej grubunu bu çalışmalara katmak için uğraşıyorduk ama katamıyorduk.”
Eskiden bu adamın farkındalık duygusu daha güçlüydü. Yaşlanmış, sallapati bir hal almış. Ciddiye almıyor hiçbir şeyi. Ne zaman ne söyleyeceği belli olmayan sarsak bir hali var.
“İbo’nun bu gruba ‘kavga kaçağı’ dediği doğru mu?”
“Doğrudur,” dedi emin bir tavırla. “Bu grup bir şey yapmadı. Adil Ovalıoğlu’nun öldürülmesinden sonra da, Garbis hariç, hepsi mücadeleyi bıraktı. İbo’nun bu gruba kavga kaçkınları demesinin bir diğer nedeni de budur. Pratik içinde olmayanların söylemlerini ciddiye alan bir adam değildi İbo. Robert Kolej grubunu boş geçen bir zaman yığını olarak görüyordu. İbo için, boş geçen zamanı geri getirmenin biricik yolu, günü an be an yaşamak, değerlendirmek ve teoriye taşımaktı. Ben öyle değildim. İnsanları doğal halleri, tembellikleri veya sıradan meşgaleleri içinde daha çok seviyordum. O dönemde “zaten hayal dünyamda, saçı sakalı dehriyyun sisinde ağarmış bir yığın mülhid dolaşıyordu. ”
“Peki, Garbis’in İbo’ya karşı tavrı nasıldı?”
“Soğuktu. Selimiye Cezaevinin ‘Katır Ahırları’ denilen alt katında, Garbis hatasını anladı. Hem polisteki çözülüşüne, hem de pratik faaliyetlerine dair samimi ve kapsamlı bir özeleştiri yaptı. 1973 yılıydı. İbo’nun, ‘kavga kaçkını’ eleştirisinin, kendisi için haksız bir niteleme olduğunu söyledi. Biz de bu noktada Garbis’i haklı bulduk.”
“Cezaevi içindeki tutumu nasıldı?”
“Zamanını, Garbis kadar dakik değerlendiren bir başka kimseye rastlamadım. Bu noktada İbo’yu andırıyordu. Benim en çok sevdiğim şakalardan ve fuzuli lakırdılardan uzak duruyordu. Savunduğu prensiplere fena halde bağlıydı. Ortodokstu. Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao’ya ait kitaplardaki düşünceleri sarsılmaz doğrular olarak kabul ediyordu. Stalin’e ve Mao’ya özel bir bağlılığı vardı. Kışın, sıcak su olduğu halde buz gibi suda yıkanıyor, morarmış bir halde çıkıyordu. ‘Niye böyle yapıyorsun Garbis?’ diyenleri de çapraz, mor bakışlarla süzüyor, ‘Sağlıklıdır. Başkan Mao da böyle yapıyor,’ diye yanıtlıyordu.”
“Kişiliği nasıldı?”
“Alçak gönüllü ve paylaşımcıydı. Tartışmalarda haşin değildi, sakin ve mülayimdi. Konuşanın sözünü kesmiyor, sonuna kadar dinliyor ve kendi şaşmaz doğrularını ısrarla savunuyordu. Mülk duygusu yoktu. Temizdi. Fazla giysisi de yoktu. Olanları da yıkar, yırtılıp lime lime oluncaya kadar giyerdi. Ben de öyleydim. Bundan dolayı bu özelliğini severdim. Her mahkumda şu veya bu derecede kasvetli, hasretkeş bir hava olur. Onda yoktu bu. Kuru fasulyeyi kadayıfın üzerine boca eder, öyle yerdi. Ekmekle sıyırırdı tabağını. Ben tabağı ekmekle sıyırmazdım, yalardım köpek gibi. Onunla aramda böyle bir fark vardı.”
“Çıkar çıkmaz mücadeleye atıldı galiba.”
“Evet, politik çalışmalarını sürdürdü. O dönemini bilmem. Kodesteydim çünkü. Yakalandığında, geçmişinden sağlam dersler çıkardığı için, çok ağır işkencelere rağmen çözülmedi, iyi bir direniş gösterdi. Zeki Şerit de böyle yapmıştı. İlk yakalandığında çözülmüş, ikincisinde ise direnmiş, hiçbir şey söylememişti.”
“Mensup olduğu örgütten ayrı düştü sonra. Nedenini biliyor musun?”
“O mu örgütten ayrı düştü, örgüt mü ondan ayrı düştü bilmiyorum. Örgütten ayrı düşse de savunduğu dava yolunda yürüyüşünü sürdürdü. Marksizm’in Sasonlu Tavit’iydi o. Çok daha güzel işler yaptı. İnceledi, yarattı. Londra’da birisi bana, ‘Garbis benim evde kalıyordu,’ dedi. Çok okuyor ve yazıyordu. Bir gün eve gelirken yakamda İbo rozeti ile geldim. Dikkatle baktı ve çıkar o rozeti, dedi. Bir komünist bir küçük burjuvanın rozetini yakasında taşımaz diye de tembihledi.’ Bunu bana anlatan biraz şaşkın ve üzgündü. Ona, bu durumu normal karşılamasını, Garbis’in Mao’ya tavır alışından sonra İbo’ya da tavır aldığını, onu küçük burjuva olarak gördüğünü anlattım. Anlattım ama ikna edemedim rozetçiyi.”
Yağmur dindi. Karanlık yumuşadı. Notlarımı alıp çıktım. Hafif mahzun, ama alengirli, hoş bir haldeydim. Geçmişimin canlandığını, halime melul olduğunu duyumsuyordum.
Muzaffer Oruçoğlu/Ocak-2021





