top of page
617a84_d1e231ed433847d6a39332cf141ef71c~mv2.jpg

Eserleri

Haydar Beltan:

Haydar Beltan, resmi kayıtlara göre 1961 yılında doğmuş görünse de gerçekte 1956'da Dersim’in Türüşmek (bugünkü adıyla Aktuluk) Köyü’nde dünyaya geldi. Nüfusa geç kaydedilmişti; bu durum, o dönemin coğrafyasında pek çok çocuk gibi onun da doğum tarihini devletin kayıtlarında farklı bir tarihe yerleştirdi. Ancak esasen o, karla kaplı dağların, meşe ormanlarının ve kadim halk anlatılarının ortasında, 1956'nın güzel bir Dersim yazında gözlerini açtı dünyaya.

Çocukluğunu Türüşmek’in toprak yollarında, Munzur suyunun uğultusu eşliğinde geçirdi. İlkokulu bu köyde okudu; kelimelerle ilk bağı orada kurdu, asimilasyonun dişlileri arasına ilk orada girdi. Hâlbuki henüz bir çocukken ağıtların, kılamların, ninnilerin ve halk söylencelerinin derin etkisiyle yoğruldu. Bu kültürel miras, ileriki yıllarda onun kalemini besleyen temel kaynaklardan biri olacaktı.

Ortaokul ve liseyi Tunceli merkezde tamamladı. 1973-1974 öğretim yılında, dönemin siyasal çalkantılarının gölgesinde Tunceli Lisesi'nden mezun oldu. Okul yıllarında, duvar gazetesine yazdığı denemeler ve kısa öykülerle dikkat çekmeye başladı. Henüz lise sıralarındayken “Eşeklik Rahata Giden Tek Yoldur” başlıklı hiciv yüklü yazısıyla okul çevresinde konuşulur hale geldi. Mizah, isyan ve düşünsel sorgulama; kaleminin başlıca damarlarıydı artık.

Lise’den sonra, İzmir Buca Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü’ne kaydoldu. Ancak metropollerin gürültüsü, onun ruhunun dinginliğine ters düştü. Dersim’in sessizliğinde yankılanan iç sesi daha baskındı. Bir dönem sonra, köklerine geri döndü. Çünkü onun yeri, uzak kentlerin taş duvarları değil; kelamın hâlâ kutsal sayıldığı, sözün töreyle, inançla ve acıyla yoğrulduğu o dağlık memleketti.

Dersim'e döndüğünde, sadece coğrafyasına değil, halkının hafızasına da geri dönmüş oldu. Yazdıkları, yaşadıkları kadar sustuklarını da anlattı. Zamanla bir edebiyatçıdan fazlası hâline geldi: Hafıza işçisi, anlatıcı, tanık ve anlatılan. Onun kaleminde bir halkın acısı, direnişi, kaybı ve umudu yankı buldu.

Sol Düşünceyle Tanışma ve İlk Mücadele Yılları

Haydar Beltan, Tunceli Lisesi’nde okuduğu yıllarda yalnızca akademik bilgiyle değil, aynı zamanda yaşadığı coğrafyanın çelişkileriyle, toplumsal eşitsizliklerle ve devrimci fikirlerle de tanıştı. Henüz bir lise öğrencisiyken, düşünsel dünyasını derinden etkileyecek olan sol fikirlerle ilk defa yüz yüze geldi. Bu tanışıklık tesadüf değil, zamanın ruhunun ve karşılaştığı öğretmenlerin bilinçli yönlendirmesinin bir sonucuydu.

Resim öğretmeni Hasan İlter, Haydar'ın içindeki kıvılcımı görenlerden biriydi. Ona sol içerikli kitaplar verdi, yol gösterdi. Öğrencisine yalnızca sanatı değil, düşünmeyi ve sorgulamayı da öğretmeye çalıştı. Hasan İlter’in yanı sıra, o yıllarda Dersim’de faaliyet yürüten ve ileride iz bırakacak birçok ismin katıldığı gizli eğitim toplantılarına katıldı. Bu toplantılarda yalnızca kitaplar okunmadı; Marksizm, sınıf mücadelesi, halkların kurtuluşu gibi kavramlar ilk kez ete kemiğe büründü onun zihninde. Artık sadece bir öğrenci değil, çevresini ve dünyayı değiştirme inancını içinde taşıyan genç bir devrimciydi.

Daha sonra, hayatın başka bir yüzüyle tanışmak üzere İstanbul’a gitti. Kısa bir süre Kadırga Öğrenci Yurdu’nda kaldı. İstanbul, kalabalığı ve kaosu içinde ona yeni dostluklar, yeni arayışlar sundu. Bu dönemde Tunceli Kültür Derneği’ne gitmeye başladı. Dernekte tanıştığı isimlerden biri de devrimci mücadelenin ileriki yıllarda sembol isimlerinden biri olacak Süleyman Cihan’dı. Cihan ile yapılan sohbetler, birlikte geçirilen saatler, Haydar’ın dünyasında derin izler bıraktı.

Bir yandan yaşamını sürdürebilmek için çalışması gerekiyordu. İstanbul’un Çınar Oteli'nde işe başladı. Fakat bu kısa süreli çalışma hayatı, onu yeniden mücadeleye sürükledi. Otelde başlayan grev sürecine aktif biçimde katıldı. Hakları için direnen emekçilerin safında yer aldı. Bu tutumu nedeniyle işten çıkarıldı. Ama bu kovulma, onun için bir kayıp değil, bir duruşun ilk adımıydı. O günden sonra Haydar Beltan, emeğin ve halkların özgürlüğü için kalemini ve yüreğini aynı anda kullanan bir yoldaş oldu.

İstanbul’un dar sokakları, rutubetli öğrenci yurtları ve geceye karışan fısıltılar arasında, Haydar Beltan artık yalnızca düşünen değil, eyleme geçen bir gençti. Tunceli Kültür Derneği’nde başlayan siyasal arayışları, kısa sürede yazılama ve afişleme faaliyetlerine katılmasıyla somut bir mücadeleye dönüştü. Onun için artık kelimeler sadece kitaplarda değil, duvarlarda da yankılanmalıydı. Boya ve fırçayla yazılan her harf, halkı uyandırmak için atılan bir çığlıktı.

Ancak kalbinin ritmi hâlâ Dersim’de atıyordu. İstanbul’un karmaşası, onca devinime rağmen onu doyurmuyordu. 1975 yılında yeniden köklerine döndü. Dersim’e yeniden ayak bastığında, yanında taşıdığı yalnızca kitaplar değil, aynı zamanda büyüyen bir inançtı. O yıl, Dersim’de Arkadaş Kitabevi’ni kurdu. Bu küçük mekân, kısa sürede yalnızca kitapların satıldığı bir dükkân olmaktan çıktı; gençlerin buluştuğu, tartıştığı, öğrendiği bir devrimci mektebe dönüştü. Raflardaki kitaplar kadar, kapı aralığında yapılan fısıltılı sohbetler de orada filizleniyordu.

1976’da sol hareketteki büyük ayrışmalar yaşandığında, Haydar Beltan rotasını çizmişti. Tereddütsüz biçimde Halkın Gücü saflarında kaldı. Artık yarı profesyonel bir devrimciydi. Hayatını ikiye bölmüştü: Gündüzleri halkın içinde, geceleri örgütlü faaliyetlerde. Gizli toplantılar, köylerdeki bilgilendirme çalışmaları, basın-yayın faaliyetleri ve yeraltı örgütlenmesi içinde yoğruldu. Mücadeledeki yeri artık açıktı; sorumlulukları ağır, ama inancı tamdı.

1980 yılı geldiğinde Türkiye karanlığın eşiğindeydi. 1 Mayıs’ta gözaltına alındı. Elâzığ’da 1800 Evler diye bilinen gözaltı merkezinde yaklaşık 17 gün boyunca tutuldu. İşkenceler, sorgular, baskılar, uykusuzluk, açlık... Ama susmadı. Ne yazık ki 12 Eylül karanlığı yaklaşırken nefes almak giderek zorlaşmıştı. 1980 yılı, yalnızca Türkiye için değil, Haydar Beltan gibi binlerce devrimci için de bir eşikti. Faşist 12 Eylül darbesiyle birlikte yalnızca politik haklar değil, kelimeler, şarkılar, yüzler ve hayaller de yeraltına itildi. Bu karanlık dönemde Haydar, yüzünü batıya döndü; bir sabah sırtında yılların yüküyle kara yoluna çıktı ve Almanya’ya vardı. Ama o, yalnızca sınırları aşmadı — aynı zamanda içindeki suskunluğu, yasını ve direnme arzusunu da birlikte taşıdı o yolculukta.

Gurbette geçen ilk yıllar, dilin, iklimin, kültürün ve hafızanın yabancılığıyla örülüydü. Ama onun kalbi, memleketin dağlarında, ana dilin sıcaklığında ve halkın suskun çığlıklarında atıyordu hâlâ. Almanya’da yaşayan göçmen işçilerle, sürgün politik kimliklerle ve eski yoldaşlarla yeniden bağ kurdu. Bu bağlar, zamanla sadece dayanışma halkaları değil, kültürel üretimin zeminini de oluşturdu.

Haydar Beltan, Almanya’da “yazıya” yeniden sarıldı. Ama bu sefer yazı, sadece bir anlatı değil; aynı zamanda bir direnme biçimiydi. Anadilini, belleğini ve halkının acılarını taşımak ve onları unutulmaktan kurtarmak için kaleme sarıldı. Söz uçar, yazı kalırdı; o da unutulmasın istiyordu.

Kültürel Direnişin Sesi: TOHUM Dergisi ve Demokrat Sanatçılar Birliği

Haydar Beltan, Almanya’daki politik sürgün yıllarında kültürel üretimin önemini erken kavramış, devrimci mücadelenin yalnızca sokakta değil; aynı zamanda kelimede, sanatta ve bellekte de sürdüğüne inanan bir figür olarak öne çıktı. 1980'li yılların sonunda, Avrupa’daki sürgün ortamında kültürel ve sanatsal bir birlikteliğe duyulan ihtiyaç büyürken, Haydar Beltan bu çağrıyı duyanlardan oldu.

Bu bağlamda, TOHUM dergisinin çıkışına öncülük etti. Dergi yalnızca Türkçe olarak yayımlanıyor; ama tek sesli değil, çok katmanlı bir mücadele dilini içinde barındırıyordu. Tohum, kültür, sanat ve edebiyat alanlarında üreten devrimcilerin buluştuğu bir zemin olarak ortaya çıktı. Toplumsal gerçekçi bir çizgiye sahip olan dergi, sosyalist dünya görüşünden besleniyor; işçilerin, köylülerin, kadınların, mazlum halkların hikâyelerini görünür kılmayı hedefliyordu.

Haydar Beltan, Tohum’un yalnızca kurucularından değil; aynı zamanda onu besleyen ana damarlardan biriydi.

Yazılarında; sürgünün sessizliğini delen bir hafıza sesi, Dersim’in dağlarında yankılanan ağıtların edebi izdüşümü ve devrimci umudun yeniden kurucu dili vardı. Tohum, Avrupa’daki devrimci kültürel birikimin önemli hafızalarından birine dönüştü. Onun kaleminde sanat, süs değil; halkın gerçeğini konuşan, konuşulmaz olana ses veren bir araçtı.

Aynı yıllarda, Demokrat Sanatçılar Birliği’nin başkanlığını da üstlendi. Bu birlik, sürgünde yaşayan sanatçıları bir araya getiren, kolektif üretimi ve dayanışmayı teşvik eden bir platformdu. Birliğin temel amacı; devrimci sanatın içeriğini savunmak, onu halkçı çizgiden koparmamak ve sistemin tüketim nesnesine dönüştürdüğü sanat anlayışına karşı alternatif bir duruş geliştirmekti. Haydar, bu birliğin hem yöneticisi hem de üreticisi olarak merkezindeydi.

Bu iki yapının kesişiminde, Haydar Beltan, "Yılmaz Güney’e Özgürlük" kampanyasında yer aldı. TOHUM ve Demokrat Sanatçılar Birliği’nin ortaklaştığı bu kampanya, dönemin en kapsamlı kültürel-politik dayanışma çalışmalarından biri oldu. Avrupa’nın pek çok kentinde etkinlikler ve paneller düzenlendi. Haydar, bu sürecin yalnızca bir organizatörü değil, aynı zamanda en aktif figürlerinden biriydi.

Bu kampanya, yalnızca Yılmaz Güney’in özgürlüğüne yönelik bir talep değil; onun temsil ettiği devrimci sanat çizgisinin sahiplenilmesi, yaşatılması ve kuşaklar arası aktarımıydı. Yılmaz Güney’in sineması, Haydar’ın kavrayışında bir sanat estetiği değil; sınıfsal bir duruş, halkın aynasıydı. Bu nedenle kampanya büyük yankı uyandırdı, farklı kesimlerden destek gördü ve sonrasında Yılmaz Güney Anıtı’nın inşasına da anlamlı bir katkı sağladı.

Yıllar süren Almanya hayatının ardından, 1992 yılında Türkiye’ye dönüş kararı aldığında Haydar Beltan, yalnızca bir yurda değil, aynı zamanda yarım kalmış bir geçmişe geri dönüyordu. Ancak bu dönüş törenle değil, gözaltıyla karşılandı. İstanbul’da havaalanına adım atar atmaz gözaltına alındı. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde sorgulandıktan sonra Tunceli’de tutuklandı ve Erzincan Cezaevi’ne gönderildi. Yıllar önce gençlik hayallerini kurduğu dağların gölgesi bu kez bir cezaevi duvarına düşüyordu.

Kısa bir süre sonra Erzincan’da büyük bir deprem meydana geldi. Cezaevindeki yaşam daha da belirsiz bir hale büründü. Deprem sonrası güvenlik gerekçesiyle önce Gümüşhane’ye, ardından Nevşehir Cezaevi’ne nakledildi. O yıllarda “örgüt üyeliği” iddiasıyla Kayseri Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde idam talebiyle yargılandı. Günler, aylar boyunca cezaevi duvarlarının ötesinde kurduğu düşlere tutunarak yaşadı. Nihayet, 1993 yılının sonunda tahliye edildi.

Tahliyesinin ardından yeniden Almanya’ya döndü. Bu kez yalnızca bir sürgün değil, aynı zamanda örgütlenme ve bellek oluşturma sürecinin de parçasıydı. Almanya’da kurulan Dersim Gemeinde (Dersim Topluluğu) adlı kurumun kuruluş çalışmalarında aktif yer aldı. Kuruluş Kongresi’nde yönetim kuruluna seçildi. İkinci dönemde ise başkanlık görevini üstlendi. Bu kurum aracılığıyla diaspora Dersimlileri arasında kültürel, sosyal ve politik bir bağ kurmayı hedefledi. Bir kuşağın yerel ve sürgün belleğini derlemek, tarihe not düşmek onun için yalnızca bir sorumluluk değil, aynı zamanda bir kimlik meselesiydi.

1999 yılında Dersim Gemeinde çatısı altında Arşiv ve Dokümantasyon bölümünde resmi olarak çalışmaya başladı. Bu görev ona geçmişin izlerini belgelerle, tanıklıklarla, sözlü tarih çalışmalarıyla toparlama olanağı sundu. Her bir belge, her bir tanıklık bir halkın suskun tarihini konuşur hale getirmenin taşıyıcısıydı. Arşiv çalışmaları yalnızca bilgi toplamaktan ibaret değildi; aynı zamanda sözlü geleneği yazılı belleğe aktarmanın yoluydu.

Bu yıllarda kişisel hayatında da önemli bir değişim oldu. Almanya’daki yaşamını geride bırakarak, doğup büyüdüğü topraklara, Dersim’e geri döndü. Burada evlendi ve yaşamını kalıcı olarak bu coğrafyada kurmaya karar verdi. Bu dönüş, aynı zamanda kültürel mücadelede yeni bir evreydi. Dersim Kültür Derneği’nde başkanlık görevini üstlendi.

Dernek, geçmişin izlerini taşıyan bir hafıza mekânı, aynı zamanda yeni kuşakların bu hafızayla bağ kuracağı bir öğrenme alanıydı. Beltan, burada yalnızca yöneticilik yapmadı, aynı zamanda gençlerle birlikte sözün özüne, tarihin derinliklerine indi.

2004 yılında yapılan yerel seçimlerde bağımsız aday olarak Tunceli Belediye Başkanlığı seçimlerine katıldı. Adaylığı, sistem içindeki geleneksel siyaset tarzlarına bir karşı çıkışı temsil ediyordu. Onun için seçim yalnızca bir sandık meselesi değil, halkla doğrudan temas kurmanın, talepleri sokakta ve meydanlarda dillendirmenin bir aracıydı. Kendi köklerinden kopmadan, devrimci bir halk belediyeciliği hayalini dile getirdi. Her kürsüde, her buluşmada Dersim’in doğasını, kültürünü, dilini ve tarihini merkeze alan bir yerel yönetim anlayışını savundu.

Bu yıllarda hem yazarlığı hem halkla bağları daha da güçlendi. Kalemiyle açtığı yollar, Dersim’de daha fazla yankı bulmaya başladı. Artık yalnızca bir yazar, bir eski siyasi tutsak ya da aktivist değil; geçmişle gelecek arasında söz taşıyan bir hafıza işçisi olarak anılıyordu.

Almanya'da geçen yıllar Haydar Beltan için yalnızca bir sürgün hikâyesi değil, aynı zamanda bir içsel yolculuktu. Bu yolculukta köklerine doğru yürüdü, geçmişin izlerini sürerken geleceğe dair bir söz de ördü. Kalem, onun hem hafıza kaynağı hem de direniş aracına dönüştü. Sessizlik içinde olgunlaşan kelimeler, gün geldi bir derginin etrafında yeni bir söz halkasına dönüştü: IŞKIN.

Dersim’de çıkarılan bu kültür ve edebiyat dergisi, adını dağların en inatçı, en dirençli otundan alıyordu: Işkın. Bu isim, Beltan’ın hem doğaya hem dile hem de belleğe olan bağlılığını simgeliyordu. IŞKIN, o yıllarda yalnızca edebiyatla uğraşanların değil, kimliğini ve dilini arayanların da uğrak noktası haline geldi. Dergi, resmi tarihin unuttuğu isimleri, susturulan kılamları, toplu mezarlara gömülen hikâyeleri gün yüzüne çıkarmayı amaçlıyordu. Haydar Beltan da bu derginin öncülerinden biri olarak, yalnızca yazılarıyla değil, ruhuyla da bu çabanın taşıyıcısıydı.

Bu süreçte edebi üretimi daha da derinleşti. Anlatı dili sade ama içliydi; okuru sarsan ama onarıcı bir yönü vardı. Kalemiyle köy çeşmelerini, dağ başlarında söylenen ağıtları, çocukluğunun tozlu yollarını ve yasla yoğrulmuş bir halkın direngenliğini işliyordu. Tam da bu dönemde ilk önemli eseri yayımlandı: "Ve Suyu Ateşe Verdiler."

Bu kitap, sıradan bir anlatı değil; belleğin, acının ve isyanın iç içe geçtiği bir edebi isyandı. Haydar Beltan, bu kitapta yalnızca bireysel tanıklığını değil, aynı zamanda kolektif bir hafızayı dile getirdi. Kitabın dili, şiir ile düzyazı arasında salınan bir ağırlık taşıyordu. Bu eserde su, yalnızca fiziksel bir unsur değil, aynı zamanda hayatın, hatıranın ve umutların simgesiydi. Ateş ise yok edilişi, tahribatı ve Tertel’in yakıcı gerçeğini temsil ediyordu. Beltan, bu iki imgeyi ustalıkla karşı karşıya getirerek Dersim halkının çelişkili ama dirençli yaşamını gözler önüne serdi.

Ardından gelen ikinci büyük eseri, daha da derin bir iç yolculuğun ürünüydü: "Asmen ra Roz Vıneto. Ağıtların Dilinden Dersim Tertelesi."Bu eser yalnızca bir kitap değil, kuşaklar boyunca sözlü kültürle taşınan kılamların yazılı tarihe geçmesi demekti. Kitap, Zazaca-Türkçe iki dilli yapısıyla hem akademik hem de halk dili arasında bir köprü kurdu. Haydar Beltan burada yalnızca yazarlık değil, aynı zamanda bir anlatıcı, derleyici ve taşıyıcı rolü üstlendi.

Kitapta yer alan ağıtlar, sadece yitirilen insanların ardından söylenen sözler değildi. Her biri bir tanıklık, her biri bir çığlık ve her biri bir halkın hafızasında derin bir izdi. Beltan, bu kılamların izini sürerken, dedesi Weliyê Wuşênê İmami’nin gölgesinde yürüyordu. Dedesi Şairdi, Zakirdi; kılamlarla konuşan, ağıtlarla dua eden bir halk ozanıydı. Onun mirası, Haydar Beltan’ın kaleminde yeniden hayat buldu. Kitap boyunca hem dedesinin hem de Dersim insanının yaşadıkları iç içe geçiyor, ağıtla umut aynı satırlarda birleşiyordu.

"Asmen ra Roz Vıneto", yalnızca geçmişe ağıt yakan bir kitap değil, aynı zamanda geleceğe de bir vasiyetti.

Bu vasiyet, unutulmamak ve unutturmamaktı. Çünkü söz unutulursa, yol da kaybolur.

Bugün Haydar Beltan, yaşamını Almanya’da sürdürmektedir. Evli ve bir çocuk babasıdır. Onca sürgün, gözaltı, tutukluluk, yurtsuzluk ve inkâr deneyiminin ardından, hâlâ kaleminden dökülen her sözcükle halkının belleğine sahip çıkmaya devam etmektedir. Kırılmamış, ama kırılmışlardan yana durmuş; unutulmamış, ama unutturulanların izini sürmüştür.

Onun için yazmak hâlâ bir mücadeledir. Bu mücadele, tankla değil, kağıtla; emirle değil, dille; bağırarak değil, usulca ama ısrarla yürütülen bir mücadeledir. Tam da bu yüzden, en kıymetli çalışmalarından biri olan “Asmen Ra Roz Vıneto – Ağıtların Dilinden Dersim Tertelesi” adlı kitabı yalnızca bir yayınevi süreci değil; aynı zamanda bir bellek inşasıdır.

Bu yapıtın yalnızca ilk cildi yayımlandı. Ancak Haydar Beltan, bu eserin dört ciltlik bütününe ulaşmak için çalışmalarına aralıksız devam ediyor. Bu kitap, bir ağıt kitabı değil yalnızca; bir halkın dilinden, acısından, arayışından ve direncinden doğmuş bir bellek arşividir. Zazaca (Kırmancki) ve Türkçe olarak yayımlanan bu eserde, yalnızca sözlü gelenekten aktarılan kılamlar değil; o kılamların hangi tarihsel koşullarda, hangi toplumsal kırılmaların içinden doğduğu da anlatılır. Her kılam bir yarayı taşır; her sayfa, Dersim’in kül olmuş toprağında hâlâ kor gibi yanan bir hakikati.

Haydar Beltan, bu büyük çalışmasını sürdürürken, yalnızca bir yazar değil, aynı zamanda bir tanıklık taşıyıcısıdır. Kalemiyle, sesiyle, derlemeleriyle ve belleğiyle, kaybolmasın diye topladığı kılamları geleceğe emanet etmektedir. O, geçmişi romantize etmeden, bugünü unutmadan ve geleceği karartmadan yazmaktadır. Edebiyatı; duvarlara değil, vicdanlara yazılan bir çağrı gibi kullanır.

Şimdi, sessizce, Almanya’da küçük bir evde, masasının başında, defterlerinde ve hafızasında, bir halkın susturulmuş diline yeniden can vermek için çalışıyor. Belki çok duyulmamış bir isim, ama çok duyulması gereken bir ses. Haydar Beltan, hâlâ yazıyor. Çünkü bazı sesler, bir halkın susturulmuş yüzyıllarını anlatmadan susmaz.

@ 2025 Komunal Izlek

bottom of page